Web: http://www.teknoarsiv.net/

YAKINDA SİZİNLE

Blogger,Blogger Eklenti, Blogger Tema!


Gün

Saat

Dakika

Saniye

E-Bülten Aboneliği

E-Bültenimize Abone Olun Son Yazılar Mail Olarak size gelsin Yazılarımızı Kaçırmayın:

Copyright © Teknoloji Kalemim | Teknoloji Portalı | Türkçeleştirme http://teknolojikalemim.blogspot.com/

Mısır etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mısır etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Nisan 2013 Cuma

Musa ve Firavunun Gerçek Hikâyesi





   Musa’nın aynı zamanda kardeşi olan Firavun’la mücadelesi, halkını esaretten kurtararak Mısır’dan çıkartması, Mısır ülkesini baştanbaşa sarsan 10 felaket, Kızıldeniz’in yarılması ve sonra geri dönerek Firavun’un ordusunu yutması, kutsal kitaplarda yer alan mucizevî dinsel bir hikâye olup, Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlıkta da inanılması farzdır. Ancak, bugünkü bilimsel tarihsel görüş açısından doğrulanabilir mi? Immanuel Velikovsky’nin “Kaos Çağları” (Ages in Chaos) adlı kitabı bu soruya bazı çarpıcı ve dâhiyane çözümler getiriyor. İnanılması güç bazı olaylar hem bilimsel açıklamalar kazanıyor, hem de bölgesel tarihle bütünleşiyor. Günümüzdeki bazı araştırmalar bunları tekrar gündeme getirip, tarihçilerin önceki varsayımlarına meydan okuyarak, inkâr edilemez kanıtlar ortaya çıkarıyor.





    Rus Yahudi’si bir ailenin çocuğu olan Immanuel Velikovsky (1895-1979) Moskova Üniversitesi’nde eski tarih ve toplum bilimi ve tıp eğitimi görmüş, daha sonra Viyana’da Freud’un öğrencisi Wilhelm Stekel yanında Psikanaliz eğitimi almıştır. Sonradan, araştırmalarını daha da genişleterek, kozmoloji, astronomi, jeoloji, mitoloji, efsane ve Kutsal Kitaplar’daki metinleri incelemiş ve bunlardan tarihi yeniden yorumlayan tartışmalı eserler çıkarmıştır. Geçmiş çağlarda büyük felaketler yaşandığı Velikovsky’nin en önemli savıdır. Ancak, insanların kötü anılarını bilinçaltına itmesi ve unutulması anlamına gelen “kitlesel amnezi” ile bunların sadece efsanelerde izleri kaldığını iddia etmektedir. Her yerde felaketlerin izleri olduğu halde bunlarla yüzleşmek acı verdiği için, bilim adamları bunları göz ardı ettiler. Günümüzde bu felaketlerin inkâr edilemez izleri bir bir ortaya çıkarılarak, tarih üzerindeki etkileri konusunda spekülasyonlar yapılıyor. Örneğin, son zamanlarda M.Ö. 2300 yılında Irak’ta büyük bir meteor yağmurunun o zamanki uygarlıkların çöküşüne yol açtığı ortaya çıkmıştır. Hemen sonrasında, meydana getirdiği karanlık çağda, Tevrat’a göre İbraniler göç ederek kuraklıktan nasibini almayan Mısır’a yerleşmişti ve zamanla Yusuf’un vezirliğini unutan yeni bir Firavun İsrailoğullarını köleleştirdi. 




Tevrat’a göre Musa’nın Mısır’dan Çıkışı M.Ö. 1447 yılında gerçekleşmiştir ve Ramses adı geçtiği için tarihçiler o zamanki firavunun Ramses II olduğunu varsaymışlardır. Ramses II ile ilgili dev eserlerin ortaya çıkışı 19. yüzyılın hayal gücü üzerine büyük etki yaratmıştır. Tarihçiler buna dayanarak Çıkış’ın M.Ö. Ramses (M.Ö. 1279-1213) dönemine denk gelen yıllarında olabileceğini varsaymışlardır, ama bunu kanıtlayabilecek herhangi bir bulgu ortaya çıkmadığı gibi, Tevrat’ın söz ettiği çalkantılı dönemlerin izine de rastlanmamıştır. Ramses sözcüğü Tevrat’ta Yusuf’un döneminde de yer alıyor ve akademisyenler bunun genel bir terim olduğu düşüncesindedirler. Bu yüzden Velikovsky ve Tarihçi David Rohl “Zamanın Kanıtı” (A Testament in Time) ve “Cennet Bahçesinden Sürgüne” (From Eden to Exile) eserlerinde Çıkış firavununun 13’üncü hanedandan Dudimose olduğunu savunmuşlardır. Aslında Musa bir İbrani ismi olmayıp, Mısır dilinde oğul anlamına gelir. Bu isim, genelde firavunlara ve prenslere verilir. Örneğin Tutmoses, Tut (Tanrı Thoth) oğlu, ve Ramose Ra (Tanrı Ra) oğlu, Amenmose (Tanrı Amen) oğlu demektir. Firavun Dudimose’un (veya Tutimaos) en uygun firavun olma gerekçesi eski Mısır tarihçisi Manetho’ye dayanmaktadır. Ona göre Dudimose zamanında “Biz [Mısırlılar] Tanrının gazabına uğradık” ve o dönemdeki büyük felaketin arkeolojik kalıntıları ortaya çıkmaktadır. Ayrıca Manetho’ya göre Dudimose’tan hemen sonra Mısır zayıf düşmüş ve Hyksoslar hiç karşılık görmeden Mısır’ı zapt edebilmişlerdir. 



Tevrat’a göre Firavun, İbrani halkını azat edip ülkeyi terk etmeye izin vermediği için Mısır’ın başına 10 felaket gelmişti. Bunlar: 1) Nil nehrinin kana dönüşmesi; 2) Kurbağa istilası; 3) Sivrisinek istilası; 4) Atsineği istilası; 5) Hayvan ölümleri; 6) Çıban belası; 7) Dolu belası; 8) Çekirge belası; 9) Karanlık Belası; 10) İlk doğan çocukların ölümüdür.
Velikovsky’nin önemli savlarından biri İpuwer papirüse dayanır. Mısır’ın eski hanedan dönemine ait bu papirüs 1828 yılında bulunmuş ve halen Hollanda’nın Leiden Müzesi’nde sergilenmektedir.  Akademisyenler bunun bir bilmece veya kehanet olduğunu düşünmüşlerdir, ancak bu papirüs açık bir şekilde Mısır’ın başına gelen felaketler zincirini anlatmaktadır. Nil nehrinin kana dönüşmesi, suların zehirlenmesi, göklerin kararması, hayvanların ölmesi, yangınlar, depremlerle Mısırlıların perişan ve aç bir vaziyete düşmelerini kaydeder. Eğer Velikovsky’nin savı doğruysa, bu sav Mısır tarihinde Tevrat’ta söz edilen olayların Mısır tarihinde izleri bulunmadığı görüşünü çürütür.      
Girit yakınlarında, Thera adasında Santorini yanardağının patlamasının yaklaşık olarak o dönemlerde gerçekleştiği düşünülmektedir. Jeologlar M.Ö. 1626 ve M.Ö. 1360 gibi farklı tarihler vermektedir ve Velikovsky’e göre bu sıralarda yanardağlarda zincirleme patlamalar vardı. Santorini adasının patlaması, Girit uygarlığının yok olması gibi, tarihte birçok radikal değişimlere sebep olmuştu. Ortaya çıkan bu patlamanın, 1883 yılında tüm dünyayı sarsan ve 35 bin kişinin ölümüne yol açan Karakatoa yanardağının patlamasından kat kat güçlü olduğu ortaya çıkmıştır ve Vesuvius yanardağının patlaması da aynı zamana rastlar. Santorini yanardağının nükleer bombadan bin kez daha güçlü olduğu hesaplanmıştır. Velikovsky’e göre volkanik Sina dağı da aynı anda patlamıştı. Tevrat’ta, Çıkış’tan hemen sonra İsrailoğulları Sina’ya yürüyüşü “Tanrı önümüzde gündüz bir duman sütunu gibi ve gece bir alev sütunu gibiydi” diye tanımlanır. Volkanik patlamaların gündüz ve gece böyle gözlemlendiği doğrudur.




Son bulgulara göre böyle bir patlamada Mısır karanlığa boğulur, şimşekler ve dolu yağmuru dehşet saçar. Yakın bir zamanda Amerika’da görüldüğü gibi volkanik küller Nil nehrini kırmızıya dönüştürebilir.  Nehrin zehirlenmesiyle kurbağalar karaya çıkar, burada ölerek sinek ve pirelerin çoğalmasına neden olur. Bunlardan da hastalıklar yayılır ve çıbanlar çıkar. Böylece birçok canlının ölümü gerçekleşir. Bölgedeki toplu mezarlar bir veba salgınını doğrulamaktadır. Mısır’ı saran karanlığa Santorini ve diğer yanardağlardan yükselen duman bulutlardan meydana getirmiş olabilir. Karakatoa tüm dünyada ısının birkaç derece düşmesiyle birlikte, yıllar süren böyle bir nispi karartma etkisi yapmıştı.    




Peki bu durumda, Kızıldeniz’in yarılması nasıl izah edilebilir?  Velikovksy’e göre İsrailoğulları daha sığ olan Sazlar denizinden geçmekteyken oluşan bir deprem suların geri çekilmesine sebep olabilir.  Büyük yanardağ patlamalarının depremleri tetiklediği bilinmektedir.

Velikovsky’nin kabul edilen Mısır tarih kronolojisinin birkaç yüzyıl ile hatalı olduğu tarihçi David Rohl ve diğer revizyonist Mısır tarihçileri tarafından destek görmektedir. David Rohl kitabında yüzlerce sayfalık kanıt vermektedir. Bunlar, kutsal kitaplardaki olayların tamamen uydurma olduğu, Musa, Davut ve Süleyman gibi Tevrat’ta söz edilen kralların hiçbir zaman yaşamadığını iddia eden bazı tarihçilerin tezlerini çürütmektedir. Velikovsky ve Rohl’a göre bu tarihçiler arkeolojik bulguları yanlış tarihte aramaktadırlar ve birkaç yüzyıl geri bakılırsa tüm kanıtların orada olduğu gözlemlenecektir.



Mısır’dan Çıkış’ın yer aldığı dönemdeki felaketler büyük göçlere de sebep olmuştur denebilir. İsrailoğulları tam bu dönemden sonradır ki Hyksoslar denilen bir kavmin işgaline uğramışlardır. Hem Velikovksy, hem de Rohl’a göre bu kavim Çıkış’tan sonra İsrailoğullarının Mısır yolunda karşılaşıp savaştığı Amalekliler’di. Mısırlıların Amu dedikleri ve ayrıca “Çoban Kralları” olarak da bilinen Hyksoslar, hiç karşılık görmeden Mısır’ı ele geçirdiler. Birkaç yüz yıl sonra işgalden uzak Mısır’ın Güney hanedanı Hyksosları ülkeden kovabilmişti. Arap tarihçilere göre Mekke civarında yaşayan Amalekliler kendi ülkelerinde büyük bir felaket sonrası göç etmişlerdi. Seller bazı kavimleri ortadan kaldırmıştı. Üzerlerine kara dumanlar çökmüş, karıncalar istila etmişti. Manetho’ya göre Dudimose’un döneminden hemen sonra Mısır, doğudan gelen bu gaddar ve acımasız kavim tarafından istila edilmişti. Amalekliler Mısır’da büyük tahribatlarla halkı esir ettiler. Velikovsky’e göre eski ahit Mezmurlar’da geçen “[Tanrı Mısırın üzerine...] Üzerlerine kızgın öfkesini, gazap, hışım, bela ve bir alay kötülük meleği gönderdi” aslında “Üzerlerine kızgın öfkesini, gazap, hışım, bela ve bir alay çoban kralları gönderdi.” Kötülük meleklerinin Mezmurlarda yazılışı malakhei-roim, bu aslında Çoban Kralları, anlamına gelir, doğrusu malakhim-roim olmalı.

Kutsal kitaplar Musa’yı olağanüstü vasıflarla donatır. O dönemde geçen olayların ve doğal felaketlerin arkasında doğal nedenler olması kanımca, bir dönüm noktasında bu felaketleri önceden bilen ve Tanrı’nın gazabı olarak yorumlayan güçlü, bilge bir liderin şanından bir şey eksiltmez. Manetho’nun da Mısır’ın o dönemde Tanrı’nın gazabına uğradığını belirtmesi bunu doğrular.         

Velikovsky’nin tezlerini doğru kabul etmek tarihe bakışımızı değiştirmekle kalmaz, bize bu önemli mesajı verir: Dünya tarihinde büyük felaketlerin rolü de büyük olmuştur ve bu olasılık her zaman için geçerliliğini korumaktadır. Velikovksy ve Rohl’un kitapları bu savı öne sürüyor


hermetics



Musa ve Firavunun Gerçek Hikâyesi





   Musa’nın aynı zamanda kardeşi olan Firavun’la mücadelesi, halkını esaretten kurtararak Mısır’dan çıkartması, Mısır ülkesini baştanbaşa sarsan 10 felaket, Kızıldeniz’in yarılması ve sonra geri dönerek Firavun’un ordusunu yutması, kutsal kitaplarda yer alan mucizevî dinsel bir hikâye olup, Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlıkta da inanılması farzdır. Ancak, bugünkü bilimsel tarihsel görüş açısından doğrulanabilir mi? Immanuel Velikovsky’nin “Kaos Çağları” (Ages in Chaos) adlı kitabı bu soruya bazı çarpıcı ve dâhiyane çözümler getiriyor. İnanılması güç bazı olaylar hem bilimsel açıklamalar kazanıyor, hem de bölgesel tarihle bütünleşiyor. Günümüzdeki bazı araştırmalar bunları tekrar gündeme getirip, tarihçilerin önceki varsayımlarına meydan okuyarak, inkâr edilemez kanıtlar ortaya çıkarıyor.


25 Mart Image Banner B 729 x 90


    Rus Yahudi’si bir ailenin çocuğu olan Immanuel Velikovsky (1895-1979) Moskova Üniversitesi’nde eski tarih ve toplum bilimi ve tıp eğitimi görmüş, daha sonra Viyana’da Freud’un öğrencisi Wilhelm Stekel yanında Psikanaliz eğitimi almıştır. Sonradan, araştırmalarını daha da genişleterek, kozmoloji, astronomi, jeoloji, mitoloji, efsane ve Kutsal Kitaplar’daki metinleri incelemiş ve bunlardan tarihi yeniden yorumlayan tartışmalı eserler çıkarmıştır. Geçmiş çağlarda büyük felaketler yaşandığı Velikovsky’nin en önemli savıdır. Ancak, insanların kötü anılarını bilinçaltına itmesi ve unutulması anlamına gelen “kitlesel amnezi” ile bunların sadece efsanelerde izleri kaldığını iddia etmektedir. Her yerde felaketlerin izleri olduğu halde bunlarla yüzleşmek acı verdiği için, bilim adamları bunları göz ardı ettiler. Günümüzde bu felaketlerin inkâr edilemez izleri bir bir ortaya çıkarılarak, tarih üzerindeki etkileri konusunda spekülasyonlar yapılıyor. Örneğin, son zamanlarda M.Ö. 2300 yılında Irak’ta büyük bir meteor yağmurunun o zamanki uygarlıkların çöküşüne yol açtığı ortaya çıkmıştır. Hemen sonrasında, meydana getirdiği karanlık çağda, Tevrat’a göre İbraniler göç ederek kuraklıktan nasibini almayan Mısır’a yerleşmişti ve zamanla Yusuf’un vezirliğini unutan yeni bir Firavun İsrailoğullarını köleleştirdi. 


25 Mart Image Banner F 729 x 90

Tevrat’a göre Musa’nın Mısır’dan Çıkışı M.Ö. 1447 yılında gerçekleşmiştir ve Ramses adı geçtiği için tarihçiler o zamanki firavunun Ramses II olduğunu varsaymışlardır. Ramses II ile ilgili dev eserlerin ortaya çıkışı 19. yüzyılın hayal gücü üzerine büyük etki yaratmıştır. Tarihçiler buna dayanarak Çıkış’ın M.Ö. Ramses (M.Ö. 1279-1213) dönemine denk gelen yıllarında olabileceğini varsaymışlardır, ama bunu kanıtlayabilecek herhangi bir bulgu ortaya çıkmadığı gibi, Tevrat’ın söz ettiği çalkantılı dönemlerin izine de rastlanmamıştır. Ramses sözcüğü Tevrat’ta Yusuf’un döneminde de yer alıyor ve akademisyenler bunun genel bir terim olduğu düşüncesindedirler. Bu yüzden Velikovsky ve Tarihçi David Rohl “Zamanın Kanıtı” (A Testament in Time) ve “Cennet Bahçesinden Sürgüne” (From Eden to Exile) eserlerinde Çıkış firavununun 13’üncü hanedandan Dudimose olduğunu savunmuşlardır. Aslında Musa bir İbrani ismi olmayıp, Mısır dilinde oğul anlamına gelir. Bu isim, genelde firavunlara ve prenslere verilir. Örneğin Tutmoses, Tut (Tanrı Thoth) oğlu, ve Ramose Ra (Tanrı Ra) oğlu, Amenmose (Tanrı Amen) oğlu demektir. Firavun Dudimose’un (veya Tutimaos) en uygun firavun olma gerekçesi eski Mısır tarihçisi Manetho’ye dayanmaktadır. Ona göre Dudimose zamanında “Biz [Mısırlılar] Tanrının gazabına uğradık” ve o dönemdeki büyük felaketin arkeolojik kalıntıları ortaya çıkmaktadır. Ayrıca Manetho’ya göre Dudimose’tan hemen sonra Mısır zayıf düşmüş ve Hyksoslar hiç karşılık görmeden Mısır’ı zapt edebilmişlerdir. 



Tevrat’a göre Firavun, İbrani halkını azat edip ülkeyi terk etmeye izin vermediği için Mısır’ın başına 10 felaket gelmişti. Bunlar: 1) Nil nehrinin kana dönüşmesi; 2) Kurbağa istilası; 3) Sivrisinek istilası; 4) Atsineği istilası; 5) Hayvan ölümleri; 6) Çıban belası; 7) Dolu belası; 8) Çekirge belası; 9) Karanlık Belası; 10) İlk doğan çocukların ölümüdür.
Velikovsky’nin önemli savlarından biri İpuwer papirüse dayanır. Mısır’ın eski hanedan dönemine ait bu papirüs 1828 yılında bulunmuş ve halen Hollanda’nın Leiden Müzesi’nde sergilenmektedir.  Akademisyenler bunun bir bilmece veya kehanet olduğunu düşünmüşlerdir, ancak bu papirüs açık bir şekilde Mısır’ın başına gelen felaketler zincirini anlatmaktadır. Nil nehrinin kana dönüşmesi, suların zehirlenmesi, göklerin kararması, hayvanların ölmesi, yangınlar, depremlerle Mısırlıların perişan ve aç bir vaziyete düşmelerini kaydeder. Eğer Velikovsky’nin savı doğruysa, bu sav Mısır tarihinde Tevrat’ta söz edilen olayların Mısır tarihinde izleri bulunmadığı görüşünü çürütür.      
Girit yakınlarında, Thera adasında Santorini yanardağının patlamasının yaklaşık olarak o dönemlerde gerçekleştiği düşünülmektedir. Jeologlar M.Ö. 1626 ve M.Ö. 1360 gibi farklı tarihler vermektedir ve Velikovsky’e göre bu sıralarda yanardağlarda zincirleme patlamalar vardı. Santorini adasının patlaması, Girit uygarlığının yok olması gibi, tarihte birçok radikal değişimlere sebep olmuştu. Ortaya çıkan bu patlamanın, 1883 yılında tüm dünyayı sarsan ve 35 bin kişinin ölümüne yol açan Karakatoa yanardağının patlamasından kat kat güçlü olduğu ortaya çıkmıştır ve Vesuvius yanardağının patlaması da aynı zamana rastlar. Santorini yanardağının nükleer bombadan bin kez daha güçlü olduğu hesaplanmıştır. Velikovsky’e göre volkanik Sina dağı da aynı anda patlamıştı. Tevrat’ta, Çıkış’tan hemen sonra İsrailoğulları Sina’ya yürüyüşü “Tanrı önümüzde gündüz bir duman sütunu gibi ve gece bir alev sütunu gibiydi” diye tanımlanır. Volkanik patlamaların gündüz ve gece böyle gözlemlendiği doğrudur.




Son bulgulara göre böyle bir patlamada Mısır karanlığa boğulur, şimşekler ve dolu yağmuru dehşet saçar. Yakın bir zamanda Amerika’da görüldüğü gibi volkanik küller Nil nehrini kırmızıya dönüştürebilir.  Nehrin zehirlenmesiyle kurbağalar karaya çıkar, burada ölerek sinek ve pirelerin çoğalmasına neden olur. Bunlardan da hastalıklar yayılır ve çıbanlar çıkar. Böylece birçok canlının ölümü gerçekleşir. Bölgedeki toplu mezarlar bir veba salgınını doğrulamaktadır. Mısır’ı saran karanlığa Santorini ve diğer yanardağlardan yükselen duman bulutlardan meydana getirmiş olabilir. Karakatoa tüm dünyada ısının birkaç derece düşmesiyle birlikte, yıllar süren böyle bir nispi karartma etkisi yapmıştı.    




Peki bu durumda, Kızıldeniz’in yarılması nasıl izah edilebilir?  Velikovksy’e göre İsrailoğulları daha sığ olan Sazlar denizinden geçmekteyken oluşan bir deprem suların geri çekilmesine sebep olabilir.  Büyük yanardağ patlamalarının depremleri tetiklediği bilinmektedir.

Velikovsky’nin kabul edilen Mısır tarih kronolojisinin birkaç yüzyıl ile hatalı olduğu tarihçi David Rohl ve diğer revizyonist Mısır tarihçileri tarafından destek görmektedir. David Rohl kitabında yüzlerce sayfalık kanıt vermektedir. Bunlar, kutsal kitaplardaki olayların tamamen uydurma olduğu, Musa, Davut ve Süleyman gibi Tevrat’ta söz edilen kralların hiçbir zaman yaşamadığını iddia eden bazı tarihçilerin tezlerini çürütmektedir. Velikovsky ve Rohl’a göre bu tarihçiler arkeolojik bulguları yanlış tarihte aramaktadırlar ve birkaç yüzyıl geri bakılırsa tüm kanıtların orada olduğu gözlemlenecektir.



Mısır’dan Çıkış’ın yer aldığı dönemdeki felaketler büyük göçlere de sebep olmuştur denebilir. İsrailoğulları tam bu dönemden sonradır ki Hyksoslar denilen bir kavmin işgaline uğramışlardır. Hem Velikovksy, hem de Rohl’a göre bu kavim Çıkış’tan sonra İsrailoğullarının Mısır yolunda karşılaşıp savaştığı Amalekliler’di. Mısırlıların Amu dedikleri ve ayrıca “Çoban Kralları” olarak da bilinen Hyksoslar, hiç karşılık görmeden Mısır’ı ele geçirdiler. Birkaç yüz yıl sonra işgalden uzak Mısır’ın Güney hanedanı Hyksosları ülkeden kovabilmişti. Arap tarihçilere göre Mekke civarında yaşayan Amalekliler kendi ülkelerinde büyük bir felaket sonrası göç etmişlerdi. Seller bazı kavimleri ortadan kaldırmıştı. Üzerlerine kara dumanlar çökmüş, karıncalar istila etmişti. Manetho’ya göre Dudimose’un döneminden hemen sonra Mısır, doğudan gelen bu gaddar ve acımasız kavim tarafından istila edilmişti. Amalekliler Mısır’da büyük tahribatlarla halkı esir ettiler. Velikovsky’e göre eski ahit Mezmurlar’da geçen “[Tanrı Mısırın üzerine...] Üzerlerine kızgın öfkesini, gazap, hışım, bela ve bir alay kötülük meleği gönderdi” aslında “Üzerlerine kızgın öfkesini, gazap, hışım, bela ve bir alay çoban kralları gönderdi.” Kötülük meleklerinin Mezmurlarda yazılışı malakhei-roim, bu aslında Çoban Kralları, anlamına gelir, doğrusu malakhim-roim olmalı.

Kutsal kitaplar Musa’yı olağanüstü vasıflarla donatır. O dönemde geçen olayların ve doğal felaketlerin arkasında doğal nedenler olması kanımca, bir dönüm noktasında bu felaketleri önceden bilen ve Tanrı’nın gazabı olarak yorumlayan güçlü, bilge bir liderin şanından bir şey eksiltmez. Manetho’nun da Mısır’ın o dönemde Tanrı’nın gazabına uğradığını belirtmesi bunu doğrular.         

Velikovsky’nin tezlerini doğru kabul etmek tarihe bakışımızı değiştirmekle kalmaz, bize bu önemli mesajı verir: Dünya tarihinde büyük felaketlerin rolü de büyük olmuştur ve bu olasılık her zaman için geçerliliğini korumaktadır. Velikovksy ve Rohl’un kitapları bu savı öne sürüyor


hermetics



7 Mart 2013 Perşembe

Sfenks: Arketipik Bir Bilmece




Sfenks’in neden yapıldığı artık biraz daha açık. Mısırlı Atlantalılar bu en harika heykelleri­ni, bıraktıkları en eşsiz hatırayı, Işık Tanrıları olan Güneşe adamışlardı.    (Paul Brunton)
Büyük Piramit’i yapanların, piramidin iç kıs­mını yapmak için taş çıkarırken bıraktıkları bir kaya yığını, Keops zamanında, insan başı taşıyan, boylu boyunca uzanmış dev bir aslana dönüştü­rüldü…   (I.E.S. Edwards)
Bu alıntılar, Sfenks hakkındaki birbirinden uzak yorumların örneğidir: Bir yanda tamamen mistisizm ve diğer yanda sevimsiz bir pragmatizm. Yaşamının bü­yük bir bölümünü kuma gömülü olarak geçiren Sfenks’in yaşı ve yapılma amacı, nasıl yapıldığı, içinde­ki gizli bölmeler, kehanetlerdeki rolü ve en az onun kadar gizemli olan piramitlerle bağlantısı hep merak ko­nusu oldu. Varsayımların çoğu, sürekli Sfenks’i daha iyi öğrenmek için uğraşan ve bu yapının sırrı hakkında görüşler ileri süren Mısır araştırmacılarını ve arkeologları umutsuzluğa düşürmektedir. Giza platosunun üzerinde onu savunurmuş gibi duran Eski Mısır’ın ve günkü Mısır’ın bu ulusal sembolünün, belki de alışıp gelmiş bir işlevi vardı: Yüzyıllar boyunca şairlerin bilginlerin, mistiklerin, maceracıların ve turistlerin hayal dünyasını meşgul etmek. Giza Sfenksi Mısır’ın ruhunu temsil etmektedir.
Yüzü güneşe dönük Büyük Sfenks, Kahire’nin 6 mil kadar batısında, Nil Nehri’nin batı kıyısında bulunan Giza platosunun üzerindedir. Mısırlı hükümdarlar ona güneş tanrısı olarak tapınıyorlardı ve Hor-Em-Akhet (Ufkun Gök Tanrısı) diyorlardı. Sfenks, üç büyük piramide  - Büyük Piramit Khufu (Keops), Khafre (Chepren) ve Menkaura (Mycerinus) – kısa bir mesafede, firavunların hükümdarlık merkezi olan eski Memphis’teki büyük mezarlıktadır. Yapı, 73 metre uzunluğu ve yer yer 20 metreye varan yüksekliğiyle, eski medeniyetler­den günümüze kalmış en büyük heykeldir. Kötü güçle­re karşı koyduğuna inanılan kutsal kobra yılanının bir kısmı ve sakal bugün bulunmamaktadır. Sakal kısmı halen British Museum’da sergilenmektedir. Sfenks’in başının her iki kısmındaki uzantılar, Mısır krallarının taktığı bir tür başlıktır. Sfenks’in başı binlerce yıldır erozyondan dolayı ağır hasar aldıysa da, kulaklarından birinin etrafında, ilk yapıldığında kullanılan boya hâlâ görülebilir. Sfenks’in yüzünün ilk yapıldığında koyu kırmızıya boyanmış olduğu sanılır. Pençelerinin arasın­daki küçük tapınakta firavunların güneş tanrısı şerefi­ne koydukları düzinelerce üzeri yazılı sütun vardı.
Sfenks günümüzde insanlar ve kirlilikten dolayı çok zarar görmüştür. Aslında onu tamamen yok olmaktan kurtaran tek şey, zamanın büyük kısmını çöl kumuna gömülü olarak geçirmiş olmasıdır. MÖ 1400′lerde Fira­vun Tuthmosis IV ile başlayarak, bin yıllar boyunca Sfenks’i restore etmek için birçok girişimde bulunul­muştur. Bir gün ava çıktığında Sfenks’in gölgesinde uy­kuya dalan firavunun rüyasında bu büyük yarı-aslan, kendisini içine çeken kumun onu nefessiz bıraktığını, o kumu ortadan kaldırırsa Aşağı ve Yukarı Mısır’ın tacı­na sahip olacağını söyler. Sfenks’in pençelerinin arasın­da, bugünkü adıyla Rüya Sütunu denen bir granit sü­tun bulunur. Bu sütunun üzerinde, firavunun gördüğü rüyanın hikayesi yazılıdır.
Firavun önünden kumları kaldırmasına rağmen dev heykel kısa süre sonra kendisini tekrar kumlar altında buldu. Napolyon 1798′de Mısır’a geldiğinde Sfenks’in burnu yoktu. Bir rivayete göre bölge Türk hakimiyetindeyken Sfenks’in burnu nişan alma alıştırmalarında hedef olmuştur. Diğer bir tahmin de (doğruluk payı en yüksek tahmin), MS 8. yüzyılda, Sfenks’in kutsal nesnelere karşı saygısız bir idol olduğunu düşünen bir Sufinin burnu keski darbeleriyle söküp çıkardığı yönün­dedir. 1858′de heykelin etrafındaki kumların bir kısmı Mısır Tarihi Eserler Servisi’nin kurucusu Auguste Ma­riette tarafından temizlendi. 1925-1936 yılları arasında Fransız mühendis Emile Baraize, Tarihi Eserler Servi­sini temsilen Sfenks’i kazdı. Antik çağdan sonra ilk kez Büyük Sfenks bir kez daha gün yüzüne çıktı.
Bu gizemli heykel konusunda birçok Mısır araştır­macısının hemfikir olduğu görüş, dördüncü hanedanlık firavunlarından Chephren’in MÖ 2540′ta, bugün Sfenks’in hemen yanında bulunan Chephren Piramidi yapılırken taş yığınının kendi yüzünü taşıyan bir asla­na dönüştürülmesini istediği yönündedir. Ancak hiçbir yerde Chephren ve Sfenks arasındaki bu bağlantıyı doğrulayacak yazılı bir kanıt bulunmamaktadır ve heykelin nasıl yapıldığından bahsedilmemektedir. Yapının  ihtişamını düşündüğümüzde bu durum biraz kafa karıştırıcıdır. Birçok Mısır araştırmacısı aksini iddia etse de, hiç kimse Sfenks’in ne zaman ve kim tarafından yapıldığını tam olarak bilmez.
1996′da New Yorklu bir dedektif ve uzman heykeli incelediğinde Büyük Sfenks’in yüzünün, bilinen Chepfren tasvirlerine uymadığı sonucuna vardı. Sfenks’in yü­zünün Chephren’in büyük kardeşi Djedefre’ye daha çok benzediğini düşünüyordu. Bu konu hâlâ tartışılmakta­dır. Sfenks’in kökeninin ve amacının bilinmemesi, ingi­liz okültist Paul Brunton ve 1940larda Amerikalı med­yum ve kahin Edgar Cayce örneklerinde olduğu gibi sürekli mistik yorumlamaları beraberinde getirmektedir. Cayce bir gün trans halindeyken Sfenks’in ön pen­çelerinin altında içinde Atlantis yok olduktan sonra hayatta kalanlara ait kayıtlar içeren bir kütüphanenin olduğu gizli bir bölmenin bulunacağını tahmin etmiştir.
Büyük Sfenks, Piramitler yapılırken taş ocağında bı­rakılan yumuşak, doğal bir kireçtaşından, ön pençeleri bundan ayrı olarak eklenen büyük kireçtaşı parçalarından yapılmıştır. Heykelin en garip özelliklerinden biri, başının gövdesiyle orantısız olmasıdır. Yüz kısmı yapıl­dıktan sonra heykelin başı farklı firavunlar tarafından değiştirilmiş olabilir, ancak heykelin yapımında temel alınan üslup incelendiğinde, bunun Mısır’da Eski Kral­lık döneminden (bu dönem MÖ 2181′de sona ermiştir) sonra yapılmış olması imkansızdır. Heykel ilk yapıldı­ğında başı koç ya da şahin başı olup, sonradan insan figürüne dönüştürülmüş olması da bir diğer ihtimaldir. Binlerce yıldır heykel üzerinde yapılan onarım çalışma­ları da yüzün boyutlarını küçültmüş veya değiştirmiş olabilir. Özellikle Büyük Sfenks düşünülenden daha eskiyse, heykelin başının vücuduna oranla neden daha küçük olduğuna dair bu tahminlerin hepsinin doğruluk payı vardır.
Son yıllarda, heykelin ne zaman yapıldığına ilişkin yoğun bir tartışma söz konusudur. Öncelikle yazar John Anthony West, Sfenks üzerinde rüzgar ve kum erozyonuyla değil, su erozyonuyla açıklanabilecek bazı aşınmış kısımlar olduğunu fark etti. Bunlar Sfenks’e özgüydü ve platodaki diğer yapılarda bulunmuyordu. Bunun üzerine West, Boston Üniversitesi profesörlerin­den jeolog Robert Schoch’u heykel üzerinde incelemeler yapmak üzere davet etti. Yeni bulguları inceleyen Schoch, bunun gerçekten de su erozyonuyla ilgili oldu­ğu fikrine katıldı. Günümüzde Mısır kurak bir bölgedir, ancak bundan 10000 yıl kadar önce bu ülke sulak ve yağış alan bir yerdi. Araştırmaları sonucunda West ve Schoch, su erozyonuna maruz kalmış olduğu için Sfenks’in tahminen 7000 ila 10 000 yıl önce yapılmış olması gerektiğine karar verdiler.
Mısır’da bir zamanlar sık görülen sağanak yağışların Sfenks yapılmadan uzun süre önce sona erdiğine dikkat çeken Mısır ara­tırmacıları, Schoch’un teorisini çok hatalı bulmuşlardır. Daha da önemlisi, neden Giza Platosu’nda su erozyonu­na ilişkin, West ve Schoch’un teorisini doğrulayacak başka tek bir kanıt yoktur? Bölgede gerçekten su eroz­yonu meydana geldiyse etkisi yalnızca Sfenks heykeliyle sınırlı kalmış olamaz. West ve Schoch, olayı inceler­ken son yüzyılda Giza’daki yapılara büyük zararlar ver­miş olan yoğun endüstriyel kirliliği gözardı ettikleri için de eleştirilmektedir.
Sfenks’in yapılış tarihi konusunda kendi kuramını öne sürmüş bir diğer araştırmacı da yazar Robert Bauval’dır, Bauval 1989′da, Giza’daki üç büyük piramit ve bunların Nil Deltası ile oluşturdukları şeklin, Orion Takımyıldızının kuşağındaki üç yıldız ve bunların Samanyolu ile oluşturdukları şekil gibi, yer üzerinde bir çeşit üç boyutlu hologram çizdiklerini gösteren bir makale yayınladı. Bauval, çok satan kitap Tanrının Parmak İzleri’nin yazarı Graham Hancock’la birlikte, Sfenks, etrafındaki piramitler ve eski çağlara ait bazı yazıların, Orion takımyıldızıyla bağlantılı olan bir çeşit gökbilim haritası oluşturdukları yönünde bir kuram geliştirdi. Bu tahmini harita konusunda ikilinin en güvendikleri kanıt, bu yıldızların MÖ 10500′deki (yani Sfenks’in yapılışından daha da önceki) konumlarıdır. Büyük Sfenks’te gizli geçitler olduğuna dair birçok söy­lenti vardır. Florida State, Boston ve Waseda Üniversi­telerinin (Japonya) araştırmalarında, yapının çevre­sindeki alanda bazı anormallikler olduğu tespit edilmiştir, ancak bunlar bölgenin doğal özellikleri de olabi­lir. 1995′te yakınlardaki bir park alanında yenileme ça­lışmaları yürüten işçiler, içlerinden ikisi yeraltından Sfenks’e doğru yaklaşan bir dizi tünel ve patika buldular.
Bauvel’e göre bu yollar Sfenks ile aynı zamanda ya­pılmıştır. 1991-1993 yılları arasında sismograf kulla­narak yapıda erozyondan kaynaklanabilecek etkilere dair kanıtlar ararken Anthony West’in ekibi yerin bir­kaç metre altında pençelerin arasında, Sfenks’in her iki yanında düzgün şekiller verilerek açılmış çukurlar ve odacıklara rastladı. Ancak araştırmalarının devamı­na izin verilmedi. Acaba bu durumda Edgar Cayce’in orada bir kütüphane bulunduğuna yönelik tahmini doğru olabilir mi?
Bugün bu büyük heykel rüzgar, nem ve Kahire’den gelen dumanlı sisin etkisiyle harap olmaktadır. Heykelin yenilenmesi ve korunması için 1950′den beri büyük ve masraflı bir proje yürütülmektedir Ancak, bu projenin başlarında onarım çalışmaları için, kesinlikle kireç taşının yerini tutamayacak olan çimento kullanılmıştır. Bu da heykele daha da zarar vermiştir. Daha sonra 6 yıl boyunca 2000′den fazla kireçtaşı parçası eklenmiş ve yapıya kimyasal maddeler uygulanmıştır, ancak bu yöntem de başarısız olmuştur. 1988′de Sfenks’in sol om­zu öyle kötü bir durumdaydı ki, yapıdan taş yığınları düşüyordu. Günümüzde yenileme çalışmaları, zarar gö­ren omuz kısmında onarma çalışmaları yapan ve topra­ğın altındaki suyun bir kısmını çekmeye çalışan Tarihi Eserler Yüksek Konseyi’nin gözetiminde devam etmek­tedir. Sonuç olarak, bugün keşif ve kazı çalışmalarına değil, koruma çalışmalarına ağırlık verilmektedir. Bu yüzden Büyük Sfenks’in sırrını öğrenebilmek için daha uzun süre beklememiz gerekecek.
_______ooOoo_______
Kaynak: Gizlenen Tarih – Brian Haughton


1 Kasım 2011 Salı

Sümer'de İnanna, Babil'de İştar, Mısır'da Hathor, Asur'da Astarte...




Gizemli tanrıça figürleri



Sümer'de İnanna, Babil'de İştar, Mısır'da Hathor, Asur'da Astarte... Hepsi aynı güçlü, büyüleyici ve gizemli kadının farklı adları. "Yeryüzü'nün Hanımı" yalnızca bir "mit" olabilir mi?
İnanna'dan Hathor'a yitik uygarlıkların gizemli tanrıça figürleri...

  Bugün var olan durum ne olursa olsun, dünya üzerinde erkeklerin egemenliğinin hiç de "vazgeçilmez" sayılmadığı bir dönemin yaşandığına ilişkin yadsınamaz kanıtlar yüz yılı aşkın bir süredir önümüzde duruyor. Arkeoloji ve antropolojinin yirminci yüzyılda edindiği bilgilerle iyice aydınlanan "şematik" anaerkil toplum döneminden söz etmiyoruz. İnsan uygarlığının bu gezegen üzerinde biçimlendiği ilk ve bilinmez dönemdeki kadın figürlerinin çarpıcı ve silinmez izleri, daha başka, daha yoğun bir "kadın ağırlığı"nın altını çiziyor. O denli çok ama ne yazık ki o denli muğlak veriler var ki elimizde, binlerce yıl öncesinde bu denli güçlü izler bırakan bir "feminen varlık" nasıl olup da semavi dinlerin egemenliğiyle birlikte (ve sistematik çabalarla) unutturulmaya çalışılmış, çözemiyoruz. 
Bilinen ilk uygarlık izlerine rastladığımız Yakın Doğu'nun hemen her yerinde, başka isimlerle ama şüphe götürmez biçimde aynı kişilikle son derece güçlü, çekici ve bilge bir kadın çıkıyor karşımıza. O, bütün inanç sistemlerinin esinlendiği eski Mezopotamya, Anadolu, Mısır ve Hint metinlerinde izine rastlanan, belki de "yitik uygarlık" ve "yitik bilgi"nin anahtarı durumundaki bir kadın figürü: İnanna. 

Eski Sümer metinlerinde İnanna, 5000 yıl öncesinin insanları üzerindeki sarsılmaz etkisiyle çıkıyor karşımıza. Verimliliğin, cazibenin, güzelliğin olduğu kadar; savaşın, gücün ve bilgeliğin de simgesi. Sümer kadınları (ki Samuel Noah Kramer'in çevirdiği metinlerden anladığımıza göre bugünün kadınının sahip olduğu haklardan fazlasını ellerinde bulunduruyorlarmış) yalınızca dualarını değil sevgilerini ve bağlılıklarını da sunmuşlar hep İnanna'ya. Başları sıkıştığında, ondan yardım istemişler; mutluyken onun şerefine içmişler. Yalnızca kadınlar değil, erkekler de İnanna'ya çok büyük saygı göstermiş. Bildiklerinin çoğunu, ondan (ve büyük tanrı Enki'den) öğrenmişler. Ama, hata yaptıklarında da onun şerrinden korkmuşlar. Bütün sevecenliğine rağmen İnanna, yeri geldiğinde yanlışları cezalandırmakta da tereddüt etmiyormuş çünkü. 

Bölük pörçük Mezopotamya çivi yazısı tabletlerin Babil dönemine ait olanlarında İnanna, bu sefer İştar adıyla çıkıyor karşımıza. Ama onunla ilgili aktarılan bilgilerde ve ona yapılan göndermelerde değişen bir şey yok. İnanna, Sümer metinlerindeki "hükmedici" grubun, yani Anunnaki'lerin, Enki ile birlikte insanlara en yakın olanı ve en sevecen davrananı. Bu sevecenlik, erkekler söz konusu olduğunda "çapkınlık" görünümüne de bürünebiliyor, çünkü İnanna bu yönüyle de ünlü. Beğendiğinde ve arzuladığında, ölümlülerle de ilişkiye girebiliyor, aşk yaşayabiliyor. Ara ara, cinsel cazibesini amcası Enki ve Büyük Tanrı Anu'ya karşı da kullandığına ilişkin anlatılar var tabletlerde. Babil'de, İştar adıyla sözü edilenlerde de değişen bir şey yok. 

  Anadolu'ya geldiğimizde, iki büyük gelenekle karşılaşıyoruz: Bunlardan birincisi, Hitit ya da Hatti bilgi birikimi. Bu yüzyılın başına dek yalnızca Tevrat'ta sözü edilen hayali bir toplum olduğu düşünülürdü Hititlerin. Mısır'la olan ilişkilerini açığa çıkaran Kadeş Antlaşması metni bile arkeologlara "güçlü ve büyük" bir Hitit Devleti'nin var olmuş olabileceğini düşündürmemişti. Ama Hattuşaş'ta yapılan yoğun çalışmalar sonucunda (bunların bir bölümünde ne yazık ki bilinçsizce teknikler kullanılmış ve arkeolojik buluntulara zarar verilmiştir) efsanevi Hititler binlerce yılın bulutları arasından sıyrılıp beliriverdiler. Bir süre sonra da yazıları çözüldüğünde, Hint-Avrupa kökenli oldukları ortaya çıktı ve bilgi birikimleri masaya yatırıldı. Epey yol alınmış olmasına karşın bu ilginç insanların çıkış noktaları ve uzak geçmişlerine ilişkin verilerimiz hala çok eksik. Ama onların kültünde de yine 12'lik bir panteon ve yine güçlü bir kadın tanrıça var. Bütün özellikleriyle, İnanna ve İştar'la örtüşen; aşağı yukarı benzeri "mit"lerde aynı biçimde sözü edilen bir tanrıça bu. 

Bir diğer Anadolu kültü, net olarak kökeni bilinememekle birlikte Frigya ve Galat buluntularında ortaya çıkan ve yine Mezopotamya panteonuyla, anlatılarla bağlantılı olduğu şüphe götürmeyen farklı isme sahip bir güçlü kadına yönlendiriyor bizi: Kybele. Anadolu'ya 4000 yıl önce gelip yerleştikleri varsayılan ve Hititlerden sonra Orta Anadolu'da etkinleşen Galatlar, bilinen Kelt kollarından biri. Göç yolları ve çıkış noktaları çok net olarak bilinememekle birlikte, Anadolu'da sağlam bir inanç/kültür birikimi oluşturduklarına tanık oluyoruz. Onların "Güçlü ve Güzel Hanım"ı Kybele ise, bildiğiniz üzere İnanna/İştar mitinin bire bir aynısı denebilir.                  

                       


   Yine İ.Ö 3000'lere ama bu kez Eski Mısır'a dönüyoruz. Bilindiği gibi, İ.Ö 2. binyılın ortalarından itibaren Mısır yıldız dininde ve bilgeliğinde, güçlerinin bir bölümünden feragat etmiş izlenimi veren ve yetkesini eşi Osiris'le birlikte kullanan bir tanrıçaya, İsis'e rastlarız. Aşağı yukarı bu "panteon dengesi" Mısır'da "Hiksoslar Devri" olarak bilinen işgalin kırılmasından sonra belirginleşir, yani İ.Ö 1700 dolaylarında. Bu dönemde Thebes prensleri yönetimi ellerine geçirmiş; Heliopolis, Giza ve Dendera kültleri revizyona uğramıştır. İsis, son derece güçlü ve etkin bir figür olmasına karşın bu dönem Mısır panteonundaki görünümüyle Mezopotamya ve Anadolu'nun İnanna/İştar/Kybele kültlerindeki güçlü, pervasız, çapkın ama sevecen ve yardımsever kadın figürüne çok fazla benzemez. Deyiş yerindeyse, onda İnanna'nın "serseri cazibesi" yoktur; daha çok "durmuş oturmuş bir Mısır hanımefendisi" gibidir. Burada bir farklılaşma mı söz konusu acaba, yoksa işin altında başka bir iş mi var?

Sorunun yanıtı, bir başka Mısır feminen figüründe çıkıyor ortaya. Üstelik bu, bilinen en eski tanrıça neredeyse. İzlerine Sina yarımadasının hanedanlar öncesi kültlerinde, eski Baalbek buluntularında ve Mısır'ın en eski yerleşim yerlerindeki ayrıntılarda rastlanıyor. Bu kadın, tanrıça Hathor.

Mısır'ın soru işaretleriyle dolu geçmişinde en çarpıcı görünümlerden biri olarak rastlaşıyoruz Hathor'la. Aşkın, güzelliğin, şarabın ve cinselliğin simgesi olarak beliriyor. Ama aynı zamanda, Yukarı Mısır'ın kim bilir hangi uzak geçmişe ait en eski kentlerinden Dendera'nın da "Yüce Hanım"ı o. Üstelik, aşk ve şarabın simgesi olduğu kadar, savaşın ve gücün de simgesi. Yetki ve forsundan asla vazgeçmiyor, yeri geldiğinde Ra'ya bile başkaldırıyor - hatta, tıpkı İnanna'da gördüğümüz gibi, cinsel cazibesini Ra'nın üzerinde kullanmaktan çekinmediğini ortaya koyan hikayeler var Mısır mitlerinde. Birçok belgeye göre, "Ra'nın gözü" olarak adlandırılıyor. Yani, ülkenin bütünü üzerinde dolaşıyor ve güvenliği sağlıyor, Ra'nın yardımcılığını yapıyor. Tıpkı, Mezopotamya'yı millerce gökyüzünde dolaşarak kateden ve Enlil ile Enki'nin temsilciliğini üstlenen İnanna/İştar gibi. Ne var ki, İ.Ö 1600'lerden sonra Hathor'un ve ona ait izlerin bir biçimde silinmeye ya da "asimile edilmeye" çalışıldığına tanık oluyoruz Mısır'da. İsis figürü baskın çıkıyor, Hathor geri plana atılıyor. Bir tek istisnası var bunun, o da Mısır'ın söz konusu dönemindeki tek kadın firavun olan güçlü ve güzel Hatşepsut. Bu ilginç ve karizmatik kadın, Hathor kültüne sahip çıkmaya çalışıyor yönetimi süresince.

     Elimizde, ilginç ve epey gizemli bir düğüm var: Bütün Eski Yakın Doğu kaynaklarında belirgin biçimde vurgulanan güçlü bir kadın figürünün, aşağı yukarı İ.Ö 1500'lerden itibaren "yok edilmeye" çalışıldığını görüyoruz. İnanna, İştar, Kybele ya da Hathor, simgelerini Venüs'te buluyorlar ilginç bir biçimde ve bu simge, onların bilinen bazı niteliklerinin eklektik biçimde toparlanmasıyla, Batılıların uygarlığın merkezi gibi görme eğiliminde oldukları Eski Yunan'a taşınıyor. Bilinen Antik Çağ bilgeliğinin, bilgi erozyonuna uğramasından sonra yeniden doğrulmaya çalıştığı yer olan Eski Yunan'da, bilinen kültler ithal edilmekle birlikte, yeni bir panteon düzenlemesine gidiliyor denebilir. Burada, erkek egemen toplumda kadınlara tanrıça bile olsalar verilebilecek payenin ancak "güzellik ve aşk" ya da "bereket ve verimlilik" olduğu gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Venüs yıldızı, Afrodit'i simgeliyor Eski Yunan'da. Yani, çapkın güzellik ve aşk tanrıçasını. Ama Yunanlıların Afrodit'inde, İnanna'nın, İştar'ın ya da Hathor'un karizmasından iz yok. İnanna ile ilgili birikimlerin parçalandığını, kopuk izlerin bazılarının farklı tanrıçalara serpiştirildiğini görüyoruz. Sözgelimi, onun savaşçı yönünü Athena alıyor. Bununla birlikte, Afrodit ile ilgili yunan anlatılarında ilginçlikler de yok değil: Söz gelimi, onun çok sonradan Kıbrıs üzerinden Olimpos'a gelmiş bir "Eski dünya" tanrıçası olduğundan ve Zeus'un onun panteona almazlık edemediğinden söz ediliyor. Ama, İ.Ö 1000 dolaylarında artık bizim sihirli tanrıçamızın bilinçli bir biçimde silinmeye çalışıldığı dikkatli gözlerden kaçmıyor.  



                              

Bundan sonrası, "bilgi kaybı" sürecinin en trajik ve en sevimsiz dönemleri. Semavi dinlerin devlet yapıları içinde örgütlenerek bilinen dünyaya egemen olmalarından sonra artık kadın figürleri ancak "figüran" olabiliyor yeni inanç sistemlerinde. Onlara "Annelik" yakıştırılıyor (Meryem Ana) ya da doğru yola dönen fahişe olabiliyorlar (Maria Magdelena.) Ama ilginçtir, her ne kadar "tek tanrılı" dense de, semavi dinlerin içinde "panteon ruhu"nun bütünüyle yok edilemediğini görüyoruz - Trinity (hıristiyanlıktaki Baba - Oğul - Kutsal Ruh üçlemesi) ya da "Melekler" bunun göstergeleri.

                            

                       




   Orta çağ, yani antik Dünya bilgeliğine ilişkin neredeyse bütün bilgilerin din adamlarınca sistemli biçimde yok edilip silinmeye çalışıldığı dönem, bilgi birikiminin büyük bir direnişinin de tanığı. Ne var ki bu, son derece trajik bir direniş. Eski bilgelik bir kısım druid (Ortaçağ Avrupa'sında Kelt ve Cermen kökenli pagan rahip) gruplarınca yaşatılmaya çalışılırken, kadın bilgeliğinin ve İnanna/İştar/Hathor geleneği ve birikiminin de kadın paganlarca saklanmaya, nesilden nesile aktarılmaya çalışıldığına tanık oluyoruz. Yazık ki sayıları zaten çok az olan bu "bilgi saklayıcı"lar, yine din adamlarının sistemli örgütlenmeleri sonucu oluşan engizisyon elinde işkence edilip öldürülüyorlar birer birer. Elimizdeki "cadı masalları" bu bilge ve yürekli kadınların bilgiye sahip çıkıp yaşatma çabalarından ibaret.

                                         
                            


  Sonuçta, bunca çileye karşın bugün etkinliğini ve çekiciliğini yitirmemiş bir "kadın kültü" yeniden doğrulmaya çalışıyor. Andığımız ana çizginin dışında, Hint kültüründe Tara, Asur ülkesinde Astarte, Çin'de Kwan Yin ve daha nice "İnanna varyantı" yalnızca bir rastlantı ya da "sıradan bir mit" olabilir mi? Modern araştırmacılar, iz sürüyorlar inatla. İnanna/İştar/Hathor kültü, efsanevi yitik kıta Atlantis'ten taşınan bir mit miydi, yoksa Sitchin'in iddia ettiği gibi on binlerce yıl önce dünyaya egemen olan Anunnakiler panteonundaki bir kadın kahramanı mı vurguluyordu, bilemiyoruz şimdilik. Ama çember gittikçe daralıyor. En azından, şunu söyleyebiliriz: İnanna, bu dünyanın inkar edilemeyecek gerçeklerinden biri. Amazon hikayelerinden cadı efsanelerine; koruyucu kadın perilerden baştan çıkarıcı dişi cinlere dek binlerce mit bile üstü örtülemeyecek bir "varlığın" işaretçisi.


 http://www.angelfire.com 






37 bin km hızla yaklaşıyor!


Son hızla Dünya'ya yaklaşıyor

"Saatte 37 bin km hızla yaklaşan 20 milyon tonluk göktaşının Dünya'ya çarpma riski düşük. Ama kesin olasılık 2012 veya 2013’te netleşecek."


   Mısır mitolojisinde kötülüğün simgesi, karanlıklar ve kaos tanrısı Apofis’in adı verilen, “Kıta Katili” lakabı takılan göktaşının Dünya’yı vurma ihtimali bilim adamlarının uzun süredir üzerinde çalıştığı bir konu.

Amerikan Uzay ve Havacılık Dairesi (NASA) uzmanlarına göre 20 milyon tonluk, 300 metre çapında Apofis adlı göktaşı saatte 37 bin km hızla Dünya’ya yaklaşıyor. Dünya'ya çarpma ihtimali düşük görünse de, rota değiştirip tejlikeli hale gelmesi durumunda NASA’nın göktaşını durdurması için 25 yılı var.

Eldeki hesaplara göre göktaşı 2029’da 32 bin kilometre yakınımızdan geçecek. İzlediği yörünge gereği tekrar Dünya’ya yönelecek olan göktaşı, 13 Nisan 2036’da en büyük risk nokjtasına ulaşacak.

Çarpma olasılığı 250 binde 1, fakat hesaplar değişebilir. NASA, Apofis’in nereye yöneleceğinin şimdiden kestirilemeyeceğini, 2012 ya da 2013’te tekrar görünür olduğunda yeni rota hesaplarının yapılabileceğini açıkladı.





31 Ekim 2011 Pazartesi

"Egypt" kelimesinin kökeni





  Egypt, yani bizim bildiğimiz "Mısır", Afrika'nın kuzeyindeki bir ülke olarak bilinir. Kelime kökeni, tarihi yalan yanlış bize aktaran Antik Yunanlıların Yunancasından gelmektedir: "Aegyptos". Ama biz bu kelimenin gerçekte ne tür bir gizem taşıdığından habersizizdir. Tıpkı Antik Yunanlılar gibi!

Aegyptos, Yunanca köken olan, Hi-Gi-Ptos'tan gelmektdir. Antik Yunanlılar bu harfleri, Het-Ka-Ptah olarak kullanmaktaydılar. Antik Mısır'da "Het"in anlamı "yer"dir. "Ka" ve "Ptah" ise Antik Yunanlıların, Antik Mısır'dan aldığı kelimelerdir. Antik Mısır ile haşır neşir olanlar Ptah'ın kim olduğunu bilirler, bilmeyenler için şu kadarını söyleyelim; her şeyi yaratmak Antik Mısır Tanrılarından Ptah'a bahşedilmiştir. "Ka" ise, Antik Mısır ile ilgilenen bilim adamları için tartışmalı bir terimdir. Tartışmaya girmeden bizim savunduğumuz anlamı paylaşmak istiyoruz: "Özün fiziksel izdüşümü".



  Bu anlamlar birleştiğinde ortaya şu ilginç terim çıkıyor: "Ptah'ın özünün izdüşümünün yeri". Bu terim yine Yununlıların Mısır'da Memphis olarak adlandırdıkları başkentteki bugünkü modern köylerinden olan Mit Rahaina'nın içindeki yıkıntıların duvarlarında hala okunmaktadır. Ancak farkı, Memphis şehrindeki yazılar için bu terim, "Het-Ka-Ptah", bütün bir Antik Mısır'ın değil sadece başkentine ait bir isimdir. Onlar için koca coğrafyanın yani ülkelerinin ve medeniyetlerinin adı KMT olarak ifade edilirdi. Bir çok farklı okunuşu vardır: Kemet, Kemit, Khemet, Kem ve ilginizi çekeceğinizi düşündüğümü en sona bıraktım: Al Khem (Alchemy - Simya), yani Antik Mısır'ı inceleyen Mısır'ın bugünkü yerlilerinin kullandığı gerçek terim: Khemit. Esas anlamıyla: "The Black Land" "Kara Diyar". Bir tarım uygarlığını geliştirebilecek zenginliğe sahip Nil'in alüvyonlu toprağının rengi!


Khemit, ülkenin; günümüze evrilmiş Egypt ise, başkentinin adıydı.


İngilizce kaynaktan çeviri: "Ucurum Production"  
                          
                         (Ucurum Prodüksiyon)




Kaynak, Stephen Mehler - The Land of Osiris

7 Ekim 2011 Cuma

Mısır Piramitlerini Uzaylılar mı Yaptı ?

Piramitler
    


    Bu belgeselde de, Mısır piramitlerini uzaylıların yapıp yapmadığı her zaman ki gibi akılları karıştırmaya devam edecek.

Ancak Erich Von Daniken' a sırt dönen  bilim adamlarının hala çözemedikleri olgular var. Bilim adamlarına  göre piramitler 20 yılda tamamlandı. 2 milyondan fazla blok olduğu göz önüne alınırsa, bütün inşaat dönemince Mısırlıların bir bloğu 1,5 dakika içinde kesmeleri, taşımaları ve yerleştirmeleri gerekiyordu ve bunu her gün yılda   365   gün hiç bir şey yapmadan yapmak zorundaydılar.


Belgeselden- "itiraf edilmek zorundadır ki piramit inşasının ayrıntıları belirsizliğini korumaktadır".


                             "böylesine kısa bir sürede 2,5 milyon blok, eğer mantıklı bir beyniniz varsa  bazı şüpheler olmak zorundadır".   

  
                        Mısır Piramitlerini Uzaylılar mı Yaptı ?








  



6 Ekim 2011 Perşembe

Geçmisin Gizemleri Tutankhamun'u Arayış

     Belgesel filmin metninden:
`Anlatıcı- İsa `nın doğumundan bin küsur yıl önce genç bir firavun öldü.
Cenazesi aceleyle kaldırıldı ve ismi inşa ettirdiği tüm anıtların üzerinden
kısa bir süre içinde silindi. Çok geçmeden hükümdarlığına ait tüm anılar
ortadan kalkacaktı. Adı, 3000 yıl boyunca bir daha tarih kayıtlarında
geçmeyecekti.
Bu firavun, Tutankamon`du . Çocuk kral Tutankamon`un öyküsüyle Howard Carter adında bir İngilizin hayatı arasında sonunda ayrılmaz bir bağ kurulacaktı. Carter , Mısır `a ilk geldiğinde eski eserlerin ve anıtların çizimlerini yapmak üzere tutulmuş bir ressamdı. Ama bilgili bir arkeolog olup çıkması uzun sürmedi..."

                                                 

Atlantis Kayıp Medeniyet

Atlantis

Atlantis Gerçeği

  Atlantis'in çöküşünden kurtulanlar  Mısırlılara piramitleri nasıl inşa edeceklerini söylemişler midir? Ya da Maya Uygarlığının temellerini atmışlar mıdır? Zamanlarının ötesinde bir teknoloji ile insanlık tarihini değiştirmişler midir?
 Atlantislilerin belki de televizyonları ve de bilgisayarları bile vardı. 

 Aslında bütün bilimciler şu soruyu soruyor, Platon biraz abartıyla dahi olsa bize tarihten büyük bir sayfayı aktarmış mıdır? Bir çok ulusun mitolojisinde denizden gelen tanrılar anlayışı vardır. Ama günümüzde de Azor adalarından İzlanda'ya kadar tek bir hat üzerinde olup taramalar sırasında 3,000 metre derinlikten laz çıkarılabilen yerleri değerlendirilir. Öyle görünüyor ki Atlantik okyanusunda şu anda mevcut olan adaların volkanik doğaları Platon'un Atlantis kıtasının volkanik felaketlerle yıkıldığına dair söylediklerini doğrulamaktadır. Belgesele yorumlarınızı bekliyoruz.






3 Ekim 2011 Pazartesi

Antik Çağda Uzaylılar

Antik Çağda Uzaylılar






    "Eğer binlerce yıl önce büyük piramit gerçekten hidrojen üretiyor duysa bu onu insanlığın bilinen ilk güç istasyonu yapar". Christopher DUNN... Piramitlerde bir çeşit enerji açığa çıkartılıyordu ve bu enerjinin nereye gittiğiyse büyük bir gizem. Peki bu enerji sadece piramit tarafından mı açığa çıkartılıyordu yoksa sadece network'ün bir parçası mıydı? Ya da bize bu enerjinin kullanıldığını gösteren ip uçları var mıdır? Daha detaylı anlatımı aşağıda bulunan belgeselde.  Belgeseli izleyerek yorumlarınızı bekliyor olacağız.



                                        
                                                                 

Sponsor

Ad

E-posta *

Mesaj *

Text Widget

Labels

Channels

Category 3

Güncel Teknoloji Blogu..

Labels

Sponsors

Post of the week

Find us on facebook

Son Yorumlar

https://www.facebook.com/seyitshnn

Partners

++Teknoloji Kalemim

Pages

Blogger tarafından desteklenmektedir.

Channels

Labels

Channels

Channels

Popular Posts

Blog Arşivi

Followers

Blog Archive

Postagens populares

Sidebar One

Stats

Category 2

Category 3

Popular Posts

Join the Club